1.
Primorsky Bulvarı’nda volta atıp duruyorum.
Yalnızlığı hiç böyle hissetmemiştim ömrümde.
Çünkü sesim yok bu kentte, sözüm yok, dilim yok.
Ve kalbim, bir mülteci kalbi gibi atıyor göğsümde.
Üçtür inip çıkıyorum Potemkin Merdivenleri’ni.
Hırs, öfke, aşk, umut…
Burnumdan soluyorum hepsini.
Merdivenlerin tepesinde karşıya baktım.
Türkiye:
Esir, yoksul, yorgun.
Merdivenlerin aşağısında karşıya baktım.
Ukrayna:
Esir, yoksul, yorgun.
Ve konuşmak, dinlemek ister gibi iki halkı
Karışmak ve kızmak ister gibi iki halka
bütün gürültüsü, bütün ihtişamıyla Karadeniz…
Bizim Karadeniz,
büyük Karadeniz,
sosyalist Karadeniz.
2.
Odessa’da hava karardığı zaman
sokak lambaları devralır nöbeti güneşin yerine.
Ve Rönesans tabloları gibi ihtişamlı yapıların sıralandığı
Deribasovskaya Caddesi, bir pavyonu andırır.
-Öfkeli ve kırgın bir yazık diyesi gelir insanın-
Tam ortasında caddenin,
bir Türk restoranının karşısında
Azeri bir sokak şarkıcısıyla tanıştım.
Alnı kırışık, elleri pörsük.
İlk defa bir insanı kaygısızlığından sevdim,
kaygısızlığına şaştım.
Kaygısızca Sovyet ezgileri çaldı üç paket sigara karşılığında.
-Dört yıl önce o türküleri söyleyen kırk altı insanı
diri diri yakmışlardı bu kentte-
Arkamı dönüp gidiyordum, yoldaş, dedi.
Hırsla, öfkeyle, aşkla, umutla
ve kardeş kelimelerimizle seslendi:
“Bele değildik hakkımız var.
Torpak bizimdi, ulduzlara isim vererdik,
iki misli gelerdi tohumun bereketi.
Sizin elin insanlarına anlat bunları,
kot geyip kola içeceyik deyi dağıttık koca memleketi.”
3.
Odessa’da, opera binasının önündeyim.
Romeo ve Jüliet oyununa bilet aldım.
Daha yarım saat var başlamasına.
Gösterişli ışıkların altında bir sigara yaktım.
Usta geliyor aklıma, Nâzım Usta.
Acaba bir piyesi oynanmış mıdır burada?
“Yeryüzüne tohum gibi saçtım ölülerimi,
kimi Odessa’da yatar, kimi İstanbul’da, Pırağ’da kimi.”
derken
kimden bahsediyordu acaba?
Acaba bizimkiler burada ilk nereyi ele geçirdi?
Burjuvazinin hangi adamını alaşağı etti ilk olarak?
Ve Lenin, kendisinden emin elleriyle keçisakalını okşayarak
ilk ne düşündü bu kent üstüne?
Çelik irade, Nazilerle iş birliği yapanları,
ölüm makinesine çanak tutanları dizdirirken kurşuna
bir emare var mıydı yüzünde tereddüde dair?
Yahut üstün kahramanlık madalyası alan bu şehir,
kurtulduğu vakit işgalcilerden,
sağanak bir yağmurun altında kanlarını temizlerken
haklı olarak gururlu ve kibirli baktı mı Karadeniz’e?
Odessa farklı bir şehir.
Her adımında sosyalizme basıyorsun.
Her bakışında sosyalizmi görüyorsun.
Her solukta sosyalizmi kokluyorsun.
Muzaffer ve mağlup sosyalizmi…
Önüm sıra asfaltta
ellerini hohlayarak ısıtan genç bir işportacı
yerden bulduğu izmariti içiyor.
Tezgâhında, yıkılan son Lenin heykelinin eli…
Genç kızlar geçiyor önüm sıra.
Önüm sıra asfaltta
ölüme yazgılı ihtiyarların kollarında genç kızlar
türkülere konu olmuş Katyuşa’nın kemiklerini sızlatıyorlar.
Onun torunu,
ayaklar altına alarak onurunu
geçim derdi mazeretiyle altına yatıyor pisliklerin.
Kim bilir kaçı müzisyen olacaktı,
fakat farkında değil sesinin.
Kim bilir kaçı pilot olacaktı,
fakat farkında değil gözlerinin.
Belki olacak nice şeyi vardı Ukrayna halkının
farkında olsaydı aklının, yüreğinin ve ellerinin.
Kendi halkıma vurulmuş gibi koyuyor bana
Ukrayna halkına vurulan pranga.
Göğüs kafesimde bir ağrı hissediyorum.
Ağrısı yirminci asrın sonunun, ağrısı öfkenin.
Çanlar çaldı.
Demek ki oyun az sonra başlayacak.
Bileti yırttım attım öfkeden,
operaya girmedim.
4.
Binlerce metre altımda kaldı Odessa.
Ve yine binlerce metre altımda Karadeniz, Türkiye.
Yurdumdan sökülmüş gibi hissettim ayaklarımı uçak kalkarken.
Yurduma konmuş gibi hissettim ayaklarımı uçak indiğinde.
Ve karıştıkça derdine Ukrayna halkının,
anladıkça Ukrayna halkını,
çıkartıp attım göğsümden mülteci kalbimi.
Hırs, öfke, aşk, umut…
Müşterek dertleri var büyük insanlığın.
Yusuf Can Akdağ